Truman Show jeneriğiyle değil, film içindeki filmin JL jeneriğiyle başlıyor. Yani yine Truman Show adlı TV programının jeneriğiyle. Başrolde Truman'ın kendini oynadığım, programın yaratıcısının Christof olduğunu, diğer oyuncuların adlarını ve rollerini belirten satırlar geçiyor. Jeneriğin arasınsa, Christof'la, Truman'ın karısı Meryl'i oynayan aktrisle ve en iyi arkadaşı Marlon'ı oynayan aktörle söyleşiler serpiştirilmiş. Her şey gerçek bir TV programın havasına sahip. Söyleşi verenlerin konuşmalarındaki diplomatik hava, yüz ifadeleri, tereddütleri..
Yönetmen Peter Weir bütün bu girişle, gerçekten bir TV programı izliyormuşuz havasım yaratmaya çalışıyor. Zamanın biraz ötesinde bir "reality show". Nitekim Christof'un ağzından, "Truman Show"un ardından giderek daha da popülerleşen bu gerçek yaşam yayınlarının haberciliğini de yapıyor: Christof kendi yaratısının başarısını açıklarken, insanların artık kurmacanın yapmacıklığından sıkıldığım, her ne kadar aktörlerle ve bir setle çevrili olsa da
Truman'ın kendisinde hiçbir yapmacıklık bulamayacağmızı, onun "sahici" olduğunu söylüyor.
Gerçek olmasına gerçek de... gerçek birinin gerçeklikle bağı ancak bu kadar koparılabilir. Program, dünyanın her köşesinden çok sayıda insanın izlediği bir naklen yayın. Truman'ın hayatı, saniyesi saniyesine, canlı. Onu herkes tanıyor. En az da kendi tanıyor. Ne ana rahminden TV kültürünün orta yerine doğduğunu, ne doğum anından beri bütün dünyanın onun her adımını takip ettiğini, ne de çevresindekilerin (mesela annesiyle babasının) sandıkları kişi değil, programda çalışan oyuncular olduğunu biliyor. Neredeyse her tür paranoyayı sağlıklı kılacak bir yaşam sürüyor, ama hiçbir şeyden şüphelenmiyor.
Bu arada bütün dünya Truman'ı insanların ceket düğmelerine yerleştirileninden araba radyosunun içine gömülenine varıncaya dek, sahil kasabası Seahaven'in her tarafına saçılmış yaklaşık 5000 kameradan takip ediyor: Uyurken, işe giderken, deniz kenarında otururken, sabah aynanın karşısında Jim Carrey'lik yaparken. "Ben başaramayacağım... bensiz devam etmek zorundasınız."
Serüven Provaları Aynanın karşısında büyük maceralara atılan bir kaşif rolü yapan Truman'ın, programın yapımcılarının bütün müdahalelerine karşın aktif bir hayal dünyası var. Biraz Somerset Maugham'ın ünlü karakteri Walter Mitty, biraz da Terry Gilliam'ın "Brazil"inin memuru Sam Lowry. Etrafına inşa edilmiş devasa setin her tarafına, onun kasabadan ayrılıp dünyayı görme, macera yaşama arzusunu köreltecek bir şeyler kazınmış. Seyahat acentesinde yıldırım çarpan bir uçak resminin üstünde, "Sizin de başımıza gelebilir" yazıyor. Küçük Truman sınıfta Macellan gibi bir kaşif olmak istediğini söylediğinde, öğretmeni "Çok geç kaldın. Keşfedecek hiçbir yer kalmadı," diyerek hevesini kırmaya çalışıyor. Dahası kasabanın huzur, güven ve istikrar vaat eden rutini, onu ev ve araba taksitleri, işine karşı yü-kümlülüğü, karısmın, annesinin ve en yakım dostunun telkinleriyle olduğu yere mıhlamaya çalışıyor. Marlon'a Fiji'ye, "geri gelmeye başlamadan önce gidebileceğin en uzak nokta"ya gitmek için işin-den ayrılma düşüncesini açtığımda, "arkadaşı" ona bu konudaki film klişesini baş aşağı çeviren bir cevap veriyor: "Senin mükemmel bir işin var. Masa başı bir işin var. Öyle bir iş için adam öldürürdüm."
Fiji, Truman'ın program tarafından kasıtlı olarak biçimlendirilmemiş, tamamen kendine ait ikinci arzusunun da odak noktası. Hayallerinin kadınının gittiğini sandığı yer. Yani lisedeyken görüp hoşlandığı, ama Truman'a dünyasının ardımdaki gerçeği açıklamaya çalışırken "babası" tarafından şizofren olduğu iddiasıyla karga tulumba arabaya atılıp götürülen Lauren'ın (Arabaya bindirilmeden önce gerçek adının Sylvia olduğunu da söyleme fırsatı buluyor). Sözde baba, Truman'ın onu bulma hevesini köreltmek için Fiji'ye gideceklerini söylerken, kız da "Dışarı gelip beni bul," diyor. Bu olayların sonucunda Truman etrafındaki her şeyin sahte olduğu doğrultusunda bir kuşkuya kapılmasa da, Fiji'ye gitmeye yönelik sağlam bir takıntı geliştiriyor.
Sitcom'la Reality Show Arasında...
Truman'ın hayallerini hiçbir zaman perdede görmüyoruz, çünkü Peter Weir kamerayı kahramanın kafasının içine sokmuyor (Yalnızca onu çok etkilemiş olayları gösteren flashback'ler - geri dönüşler - izliyoruz, onlar da program yayınının bir parçası görünümüne sahipler). Weir "gizli kameralar" tarafından saptanan görüntüler ve sade planlarla, zaman zaman reality show'a, zaman zaman sitcom'a uzanan bir görsel anlatım tutturuyor ve filmini TV estetiğinin çok da uzağına sürüklememeye dikkat ediyor. Gerçeklik his-sini canlı tutmak için, "gizli kamera"nın konumuna dikkat çeken tuhaf açıları, temiz olmaktan uzak kompozisyonları da bol bol kullanıyor. Öte yandan gerçekçilik konusunda fazla da üstelemiyor. "Truman Show", filme adını veren TV programının eksiksiz bir simülasyonuna kalkışmıyor. Weir'ın kamerası ekranın dışına çıkıp programı takip edenlerin görüntülerini de alıyor, Christof'un üssü olan yapay Ay'ın içinde geziniyor ve zaman zaman gizli kameralar-dan canlı yayınlanan bir program için fazlaca iyi duran planlara ve fazlaca iyi kurgulanmış gibi duran sahnelere ve zaman atlamalarına da yer veriyor.
Mutlak Kontrol
Etrafına inşa edilmiş devasa düzmecenin hiçbir şekilde farkın-da olmayan Truman'ın trajedisinin iki yüzü var. Ilki elbette, kasaba-sın baştan aşağı bir set, içerdiği canlı - cansız her şeyinse onu kandırmaya yönelik araçlar olduğunu bilmemesi. îkincisi ve daha kor-kutucu tarafıysa, bu sistemin ona aktardığı bilgilerin hepsinin, yapımcıların arzusuna göre aktarılmış bilgiler olması. Belki beyninin içinde kamera yok ama, programın oraya etki eden araçlara sahip olduğu kesin. Bu mekanizmanın sahip olduğu güç, insanın kabuslarına girecek cinsten bir güç. Truman, kendi kapalı dünyasındaki tamamen yapay ve abartıp gün batımını izlerken, doğanın güzelliğini takdir eden herhangi biri gibi duygulanıyor - bu manzaranın ne kadar imkansız olduğuna dair en ufak bir fikri yok. Yaratıcıların/yapımcılarının Truman üzerinde sahip oldukları türden bir kontrol, arzuya göre insanı dünyanın yuvarlak değil düz olduğuna, Ay'ı yapacak bütçe yoksa Ay'ın olmadığına, hatta hayatını sadece dört duvar arasından ibaret olduğuna inandırabilecek bir güce sahip. Truman'a adayı terk etmesin diye babasını okyanusun ortasında kaybettirerek zerk edilen su korkusu, bu gücün apaçık örneği. Christof ve ekibi, sadece bilgi akışını kontrol ederek deniz sandığı şeyde babası sandığı adamın öldüğünü sanan; bu travmanın sonucunda da deniz sandığı şeyden korkan bir adam "yaratmışlar".
Truman Burbank karakteri, "gerçek" medya çocuğu ve yaşamının başından itibaren medya etkisiyle beslenmiş yeni bir nesli tem-sil ediyor. Teknolojinin yanıltma, kandırma ve yönlendirme yön-temleri geliştikçe, bizim de onların perde arkasını görme yeteneğimiz gelişiyor. Ancak Truman'ın böyle bir şansı hiç olmamış. Doğru-dan TV'nin kucağına doğmuş, bir bakıma "medyanın rahminde ha-yat bulmuş".
Ekranın İki Yüzü
Etrafı olabilecek her şekilde çevrilmişken hayallerinin kızını bulma, bu küçük kasabadan dışarı çıkıp dünyayı görme emellerin-den vazgeçmeyen Truman'ın öyküsü bir destan olarak görülebilir. Özgürleşme, kadere rıza göstermeme üzerine bir kahramanlık öyküsü: Tanrı kompleksine sahip bir yaratıcının kurduğu yapay cennetten kurtulmaya çalışan birinin, "ilk medya insanın hikayesi.” Öte yandan, filmin asıl derdinin azmin zaferiyle ilham vermekten ziyade, çok temel bazı gerçeklere ulaşmak için bile destansı bir azmin gerektiği bir anti-ütopya resmederek medya kültürünün gidişatı üzerine bir uyarı görevi görmek olduğu düşünülebilir.Bu "uyarı"da Truman tek bedende ekranın iki yüzünü de tem-sil ediyor aslında. Bir taraftan bize gösterilen parçalardan oluşan yüzeyi, bir taraftan da bu yüzeyin kandırmaya çalıştığı kişileri. Hem yıldızı hem de seyirciyi. Buna uygun bir biçimde, arada bir ekranın öbür tarafından "içeri bakanların" TV başımdaki tutsaklığıma da tanık oluyoruz. Hatta sürekli küvetin içinde oturup TV izleyen bir ta-nesinin durumu, deniz kenarındaki kasabasından bir türlü çıkama-yan Truman'ın durumunu epey andırıyor. Öte yandan, sürekli şovun yayımlandığı kanalı izleyen bu insanlar, Truman'ın çevresine kurulan yalan suç ortakları konumuna da yerleştiriliyor. Truman'ın en sonunda ne olursa olsun kasabasından çıkıp dünyasının ufuklarını keşfetmek için o çok korktuğu "deniz"e yelken açtığı ve Christof'un eseri fırtınalarla, yıldırımlarla, kabaran sularla boğuştuğu bölümde, çılgınca onu destekliyorlar. Oysa bütün bu "dram", onlar sayesinde sahneleniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder